Barış Akademisyeni: Devlet güveni inşa edecek bir adım atmamış 2025-06-07 09:02:39     Melek Avcı    ANKARA – “Sayın Öcalan’ın çağrısı, Türkiye toplumuna barışı anlatabileceğimiz kapıyı açmıştır” diyen EFFP koordinasyon üyesi Barış Akademisyeni Latife Akyüz, Türkiye’nin adımlarına ilişkin ise “Yargı paketi bunun için bir fırsattı. Ancak devlet bu yargı paketinde bırakın beklentileri karşılamasını, mevcut durumun bile gerisine düşen bir paketle karşımıza çıktı. Dolayısıyla devletin bu konuda henüz güven inşasını sağlayacak bir adım attığını söyleyemeyiz” dedi.    Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta yaptığı çağrı doğrultusunda başlayan sürecin bir sonucu olarak, PKK, 5-7 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirdiği 12’nci Kongresi'nin sonuç bildirgesini açıklayarak, örgütün yapısının feshedildiğini ve silahlı mücadelenin sonlandırıldığını duyurdu. Kongre, kararlarının ardından Meclis zemininde artık somut çözüm ve demokrasi tartışmalarının başlatılması beklenirken, kamuoyunda hayal kırıklığı yaratan ve sürecin ruhuna uygun düşmeyen 10’uncu Yargı Paketi Meclis’te kabul edildi.    Avrupa’da sürgünde yaşayan ve Almanya’nın farklı üniversitelerinde Avrupa Birliği göç ve sınır politikaları, sürgün çalışmaları ve zorunlu göçün toplumsal cinsiyet boyutu üzerine çalışmalar yapan Avrupa Özgürlük ve Barış Forumu (EFFP) koordinasyon üyesi Barış Akademisyeni Latife Akyüz, “barış ve demokratik toplum inşası” sürecini değerlendirdi.    “Barış ve demokratik çözüm perspektifini yeniden toplumsal tartışmanın merkezine taşıyan bu çağrının nasıl karşılık bulacağı bundan sonra yürütülecek toplumsal mücadele pratikleriyle doğrudan bağlantılı.”   *Abdullah Öcalan, 27 Şubat'ta barış ve silahsızlanma çağrısı yaptı. Ardından PKK kongresini toplayarak silah bıraktığını açıkladı. Bu açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?    Hem zamanlaması hem de içeriği açısından sadece Türkiye ve Orta Doğu’da değil, dünya genelindeki politik konjonktür düşünüldüğünde aşırı sağın yükselişi, savaşlar ve savaş çığırtkanlıkları, demokratik değerlerin dünyanın hemen her yerinde askıya alınmış olması gibi çok zamanında ve yerinde yapılmış bir müdahaledir. Barış ve demokrasi mücadelesi yürütenler için güçlü bir politik zemin fırsatı yaratmış bir çağrı olarak görüyorum Abdullah Öcalan’ın çağrısını. Bu çağrının yalnızca barış için değil; aynı zamanda özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi, bir başka deyişle de yüz yıllık Kürt meselesine gerçek bir çözüm üretme yolunda güçlü fırsat sunduğu çok açık. Barış ve demokratik çözüm perspektifini yeniden toplumsal tartışmanın merkezine taşıyan bu çağrının nasıl karşılık bulacağı bundan sonra yürütülecek toplumsal mücadele ve örgütlenme pratikleriyle doğrudan bağlantılı. Barış süreci yalnızca masa başında yürütülecek bir süreç değildir; bu sürecin toplumsallaştırılması, demokratik zemine oturtulması ve toplumun geniş kesimlerinin aktif öznesi haline gelmesi elzemdir. Bu çağrı aynı zamanda farklı toplumsal kesimlerin ortaklaşabileceği yeni bir dil ve mücadele zeminini de kurma fırsatı sunuyor.   “Koşulsuz silah bırakan bir irade karşısında devletin adımlar atması şarttır. Asgari bir güven ortamının oluşabilmesinin önkoşuludur bu. Kuşkusuz yargı paketi bunun için bir fırsattı. Ancak devlet, bu yargı paketinden bırakın beklentileri karşılamasını, mevcut durumun bile gerisine düşen bir paketle karşımıza çıktı.”   *Bu çağrının üzerinden aylar geçmesine rağmen bir dizi görüşme yapılmasına rağmen Türkiye tarafından Kürt halkının haklarına yönelik herhangi bir adım atılmadı. Yargı paketi de bir hayal kırıklığı yarattı?  Bu konuda ne düşünüyorsunuz?     Ortada yürüyen bir süreçten ziyade Kürt Özgürlük Hareketi’nin barıştan ve demokratik toplumdan yana olan bir irade beyanı var. Bu beyan, topluma barışı konuşturabileceğimiz kanalları açmış durumda. Hiç kuşkusuz, barış ve demokrasi mücadelesinin birlikte verilmesi gerekiyor. Ancak güçlü bir demokrasi cephesi kurabilmenin ilk koşulu, o cepheyi inşa edecek toplumsal bileşenlerin buluşacağı zeminin barış diliyle temizlenmesinden geçiyor. Türkiye’nin üzerine düşen öncelikli sorumluluk çatışmasızlık ortamını kalıcılaştırmak için diyalog ve müzakere kanallarını açık tutup bunun için adımlar atmaktır. Koşulsuz silah bırakan bir irade karşısında devletin adım atması şarttır. Asgari bir güven ortamının oluşabilmesinin önkoşuludur bu. Kuşkusuz yargı paketi bunun için bir fırsattı. Ancak devlet bu yargı paketinden bırakın beklentileri karşılamasını, mevcut durumun bile gerisine düşen bir paketle karşımıza çıktı. Dolayısıyla devletin bu konuda henüz güven inşasını sağlayacak bir adım attığını söylemek mümkün değil. Hasta tutsaklara yönelik yapılan yasal düzenlemede, ağırlaştırılmış müebbet cezası alan mahpusların yasadan yararlanamaması kabul edilemez. Politik tutsakların tahliyesi önemli bir adım olacaktır. Fakat bu adımın yanı sıra onların cezaevlerine girmesine sebep olan nedenler ortadan kalkmadan kalıcı bir barış inşası ve bunun toplumsallaştırılması mümkün değildir.     Barış aşağıdan yukarıya örgütlenirse toplumsallaşır   Bırakalım ulusal kimliğin tanınmasına yönelik politik hakların tartışılmasını; en temel insani taleplerin bile iktidar tarafından politik fayda üzerinden değerlendirildiği bir süreç, ancak demokratik mücadeleyle aşılabilir. Kürt halkının anadil, kültürel kimlik ve siyasi temsil taleplerini anayasal güvence altına almadan, kayyum atamalarıyla yaratmış olduğu temsil gaspını sonlandırmadan, devletin Türkiye’deki toplumsal bileşenlerin tamamını kucaklayan geniş katılımlı bir barış süreci yürüteceğine inanmak mümkün değildir. Burada demokratik güçlere büyük bir sorumluluk düşüyor: bu sorumluluk Kürt halkının haklı taleplerine sahip çıkarak bu taleplerin temel haklar olduğunu Türkiye toplumuna anlatmaktır. Barış yukarıdan aşağıya doğru inşa edilebilecek bir olgu değildir; barış aşağıdan yukarıya doğru örgütlenirse toplumsallaşabilir.   “Demokratik siyaset alanının işaret edildiği bu yeni dönemde, Mecliste kurulacak komisyon önemlidir. Ancak bu komisyonun barışa hizmet edebilmesinin yolu, sürecin toplumsal olarak anlaşılması ve tartışılmasından geçiyor.”   *Önümüzdeki süreçte Meclis’te bir komisyon kurulacak, fakat bu komisyonun işlevselliği, temsiliyeti sık sık gündeme geldi. Sizce siyasi alan dışında barış ve demokrasi inşası için toplumsal kesimlere düşen görev nedir?    Genel bir yanılgı olarak, muhatapların masaya oturmuş olması bir mutabakat sağlandığı yönünde bir algı yaratmıştır. Ancak Cumhuriyet’in bütün tarihi boyunca süregelen bu sorun, tarafların masaya oturmasıyla birdenbire ortadan kalkmaz; olsa olsa masadaki muhataplar ve toplumun bileşenleri tarafından konuşulmaya başlanır. Demokratik siyaset alanının işaret edildiği bu yeni dönemde, Meclis’te kurulacak komisyon önemlidir. Ancak bu komisyonun barışa hizmet edebilmesinin yolu, sürecin toplumsal olarak anlaşılması ve tartışılmasından geçiyor. Türkiye’de kamuoyu çok katmanlı ve farklı siyasi kimlik ve pozisyonlardan oluşuyor. Bu çağrının toplumun her kesiminde aynı karşılığı bulması beklenemez. Ancak geçmiş deneyimlerimizden biliyoruz ki, barış fikri toplumun çok geniş kesimlerinde karşılık bulabilecek bir zemin oluşturuyor. Bu zemini genişletmek ve güçlendirmek için, sadece Kürt hareketi değil, aynı zamanda kadın hareketleri, LGBTI+ hareketleri, emek hareketleri, demokratik kitle örgütleri gibi farklı toplumsal mücadele dinamikleriyle ortak bir barış dili ve pratiği geliştirmek gerekiyor.   Sayın Öcalan’ın çağrısı, Türkiye toplumuna barışı anlatabileceğimiz kapıyı açmıştır. Barış ve demokrasi güçlerine düşen görev ise güçlü bir barış mücadelesini örgütlemektir. Bu, aynı zamanda müzakere masasındaki temsili güçlü kılabilmek için de gereklidir. Yani bir başına sorumluluk sadece barış masasındakilere değil, özellikle barışın dilini kuracak, bilgisini üretecek, hafızasını tutacak, bunu topluma anlatacak zihinlere, kalemlere, kameralara ve sanatçılara düşüyor.   “Baş müzakerecisinin çalışma ortamının sınırlı olduğu bir barış sürecinin sağlıklı yürümesi mümkün değildir.”   *Sizce taraflardan biri olan Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit devam ederken barış ve müzakere süreci ne kadar sağlıklı yürütülebilir?    Kürt Özgürlük Hareketi, bir bütün olarak Sayın Öcalan’ın çağrısını coşkuyla karşılamış, çağrının gereklerini yerine getirmiş ve bu tutumuyla Sayın Öcalan’ın baş müzakereci pozisyonunu teyit etmiştir. Sayın Öcalan da sürecin tüm sorumluluğunu üzerine aldığını ifade etmiştir. Bundan sonra atılacak adımların kalıcı ve sağlıklı olabilmesinin koşulu da devletin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirip, Kürt halkının iradesine saygı gösterip Sayın Öcalan için özgür çalışma koşullarını sağlamasıdır. Barış ve demokratik toplum çağrısının sahibi ve sürecin baş müzakerecisi olarak Sayın Öcalan’ın fikirlerini anlatabileceği, tartışabileceği, arzu edenlerle ya da arzu ettikleriyle yüz yüze konuşabileceği koşullar yaratılmak zorundadır. Baş müzakerecisinin çalışma ortamının sınırlı olduğu bir barış sürecinin sağlıklı yürümesi mümkün değildir.     “Bu süreç aynı zamanda yeni bir potansiyel de ortaya çıkarıyor. Eğer bu potansiyeli doğru değerlendirir, barışın ortak dilini doğru şekilde kurabilirsek toplumsal barışı inşa etmek mümkün olabilir.”   *Son olarak, tüm bu süreç Avrupa’da ve sürgünde mücadele eden kesimlere nasıl yansıyor?     Sürgünlük hali ve sürgünde mücadele etme biçimleri, birçok farklı dinamiği içinde barındıran karmaşık bir durum. Bu nedenle bu soruya bütünlüklü ve tekil bir cevap vermek kolay değil. Bugün sürgünde yaşayanlar arasında, yaşadıkları süreci hem diğer sosyal kimlikleriyle hem de aktivist kimlikleriyle birlikte değerlendiren ve sürecin aktif bir öznesi olarak mücadele etmeye devam eden birçok insan var. Bu insanlar, farklı platformlarda bir araya gelerek, sürece yönelik kaygı ve değerlendirmelerini paylaşıyor, çözüm üretmeye çalışıyor. Diğer yandan, farklı nedenlerle daha sessiz kalmayı tercih eden ve süreci uzaktan takip eden insanlar da var. Her iki yaklaşım da son derece anlaşılır ve saygı duyulması gereken hallerdir. Ancak sürgünde yaşayanlar olarak en büyük sorumluluğumuz, cılız olan sesleri de güçlendirmek ve onların da eleştiri ve katkılarıyla barış mücadelesinde ortak bir yol ve dil kurmak olmalıdır. Bugün sürgünde olmak, yalnızca mekânsal bir durum değil, aynı zamanda bu sürece nasıl müdahil olacağımızı da belirleyen bir siyasi ve etik sorumluluk alanıdır. Bu süreç aynı zamanda yeni bir potansiyel de ortaya çıkarıyor. Eğer bu potansiyeli doğru değerlendirir, barışın ortak dilini doğru şekilde kurabilirsek, bu yolun her adımında yeni barış emekçilerini sürece dahil etmek ve toplumsal barışı inşa etmek mümkün olabilir.