Medyada cinsiyetçi ve ırkçı nefret nasıl yeniden üretiliyor?
- 09:04 28 Aralık 2025
- Medya Kritik
Derya Ceylan
HABER MERKEZİ – Kürt siyasetçi Leyla Zana’ya yönelik ve yalnızca “tribünlerle” sınırlı kalmayan cinsiyetçi ve ırkçı saldırı, medya aracılığıyla tekrardan üretilirken ana akım ve dijital medya, bu dili sürdüren ve birbirini besleyen içeriklere yer verdi.
Ana akım medyada kadınlara yönelik cinsiyetçi saldırılar çoğu zaman açık bir hak ihlali olarak ele alınmıyor. Bunun yerine bu saldırılar, “gündem”, “tartışma” ya da izleyici ilgisi yaratacak bir içerik haline getiriliyor. Bu yayın anlayışı, hedef alınan kişinin etnik kimliği ve politik duruşu söz konusu olduğunda, ırkçı söylemleri de görünmez kılıyor. Böylece nefret dili eleştirilmek yerine dolaşıma sokuluyor; medya, saldırıyı ifşa eden değil, onu yeniden üreten bir role bürünüyor.
Gündeme alınan saldırı değil, para cezası oldu
Geçtiğimiz günlerde önce Somaspor–Bursaspor maçında, ardından MKE Ankaragücü maçında Bursaspor taraftar grubunun Kürt siyasetçi Leyla Zana’ya yönelik cinsiyetçi ve ırkçı tezahüratları, bu sorunu bir kez daha görünür kıldı. Kadın kimliğiyle birlikte Kürt kimliğini hedef alan bu tezahüratlar, birçok yayın organında bağlamından koparılarak aktarıldı. Nefret söylemi kimi yayınlarda açık bir eleştiri yapılmadan haberleştirilirken, saldırının neden ortaya çıktığı ve kimi hedef aldığı sorgulanmadı.
Yerel ve ulusal bazı medya organları, saldırıyı meşrulaştıran bir dili sürdürdü. Bu tür saldırılar “gündem”, “tepki”, “tartışma” ya da “kamuoyu ne diyor?” gibi başlıklarla sunuldu. Ana akım medya, kimi haberlerde “ırkçı saldırı” ifadesini kullansa da olayı çoğunlukla siyasi partilerin açıklamalarıyla sınırlı tuttu. Örneğin Habertürk, konuyu “Somaspor maçı sonrası Bursaspor’a 342 bin TL ceza” başlığıyla duyurduğu haberinde yalnızca Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu’nun (PFDK) açıklamasına yer verdi. Haberde, tezahüratların cinsiyetçi ve ırkçı niteliğine dair tek bir değerlendirme yer almadı.
Tribün dili: Masum bir tepki mi, ideolojik bir dil mi?
Tribünler ana akım medyada sıklıkla “kontrolsüz öfkenin” ya da “fanatizmin” alanı olarak tanımlanıyor. Oysa tribün dili rastlantısal değil. Yıllardır erkeklik, milliyetçilik ve dışlama üzerinden şekillenen bir yapıya dayanıyor. Küfür, hakaret ve nefret söylemi tribünlerde tesadüfen ortaya çıkmıyor; toplumsal eşitsizliklerin ve baskıların açıkça dile getirildiği bir alan olarak işlev görüyor. Bu dili yalnızca “maç atmosferi” olarak sunmak, saldırının politik ve toplumsal boyutunu görünmez kılıyor.
Kadınlara yönelik medya hafızası
Ana akım medya, kadınlara yönelik saldırılar konusunda hafızasız değil; aksine seçici bir hafızaya sahip. Kadınlar hedef alındığında saldırılar çoğu zaman kişisel bir mesele gibi sunuluyor, magazinleştiriliyor ya da “toplumsal tartışma” başlığı altında etkisizleştiriliyor. Ancak hedef alınan kadın Kürt, politik ve kamusal alanda görünür bir figür olduğunda, bu saldırılar daha da normalleştiriliyor ve bağlamından koparılarak aktarılıyor.
Leyla Zana’ya yönelik cinsiyetçi ve ırkçı söylemler bu durumu açık biçimde ortaya koydu. Bir Kürt kadının politik varlığını hedef alan saldırılar, ana akım medyada çoğu zaman “tepki” ya da “gerilim” çerçevesiyle ele alındı. Kadın kimliğine yönelik aşağılamayla Kürt kimliğini hedef alan nefret dili birbirinden ayrıştırıldı; saldırının çok katmanlı yapısı görünmez kılındı. Bu yaklaşım, cinsiyetçilik ve ırkçılığın birlikte nasıl işlediğini perdeleyen temel medya pratiklerinden biri oldu.
Dijital medyada nefretin dolaşıma sokulması
Bu sorunlu yayın anlayışının en görünür alanlarından biri ise dijital medya platformları oldu. X başta olmak üzere birçok dijital medya mecrasında, cinsiyetçi ve ırkçı saldırılar eleştirel bir çerçeve kurulmadan paylaşıldı. Dijital medya, saldırıyı teşhir eden bir alan olmaktan çok, etkileşim üreten bir mecra olarak işledi. Dijital medyada kullanıcıların doğrudan bu cinsiyetçi saldırıyı sürdürmesi ve bu söylemleri tekrardan üretmesi de ana akımın bu durumu perdelemesinden bağımsız değil. Irkçı ve cinsiyetçi nefret dilinin, ana akım tarafından dolaylı olarak dijital medya tarafından ise doğrudan üretilmesi, içeriklerin birbirini beslediğini gösteriyor. Eril medya arasındaki iş birliği, mecralar farklı olsa da hizmet ettiği anlayışın aynı olduğunu gözler önüne seriyor.
Mahkûm edilmeyen cinsiyetçi dil, tartışmaya açıldı
Bu pratiğin dikkat çeken örneklerinden biri, gazeteci Fatih Portakal’ın dijital medya hesabı üzerinden yaptığı paylaşımlarla gündeme geldi. Leyla Zana’ya yönelik cinsiyetçi ve ırkçı tezahüratların bir anket sorusu haline getirilmesi, dijital medyada sıkça karşılaşılan sorunlu bir yaklaşımı görünür kıldı. Bu örnek, meselenin tekil bir isimden ibaret olmadığını; dijital medya alanında nefret söyleminin nasıl “tartışma”, “kamuoyu yoklaması” ya da “etkileşim” başlığı altında yeniden üretildiğini gösterdi.
Dijital medya organları ve gazetecilerin bireysel hesapları üzerinden yapılan bu tür paylaşımlarda, cinsiyetçi ve ırkçı ifadeler kimi zaman doğrudan alıntılandı, kimi zaman “siz ne düşünüyorsunuz?” gibi sorularla dolaşıma sokuldu. Bu yaklaşım, saldırıyı mahkûm etmek yerine onu görünür ve yaygın hale getirdi. Nefret söylemi, açık bir hak ihlali olarak değil, görüşler arasında bir seçenek gibi sunuldu.
Etkileşim odaklı dijital medya ve sonuçları
Etkileşim odaklı bu yayın dili, nefret söyleminin hızla yayılmasına ve kalıcılaşmasına yol açıyor. Algoritmalar, en çok tepki alan içerikleri öne çıkarırken; cinsiyetçi ve ırkçı söylemler daha geniş kitlelere ulaşıyor. Bu durum saldırıyı üretenleri cesaretlendirirken, hedef alınan kadınlar ve Kürtler açısından sürekli bir yeniden maruz bırakılma hali yaratıyor.
Özellikle Kürt kadınlar söz konusu olduğunda, dijital medya bu saldırıların sıradanlaştırıldığı bir alan haline geliyor. Nefret dili yalnızca yeniden üretilmiyor; aynı zamanda “olağan”, “tartışılabilir” ve “kaçınılmaz” bir unsur gibi sunuluyor. Bu da toplumsal eşitsizlikleri derinleştiren bir medya pratiğini güçlendiriyor.
Medya etiği: Dijital alanda sorumluluk
Medya etiği yalnızca geleneksel yayıncılıkla sınırlı değil; dijital medya da aynı sorumluluğu taşıyor. Cinsiyetçi ve ırkçı saldırılar karşısında “etkileşim almak”, “tartışma yaratmak” ya da “kamuoyu ne diyor?” sorusuna sığınmak, gazetecilik sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor. Dijital alanda yapılan her paylaşım, nefret söyleminin yayılmasına ya da sınırlandırılmasına doğrudan etki ediyor.
Kadınları ve Kürtleri hedef alan aşağılayıcı dil, dijital medya platformlarında ne anket konusu yapılabilir ne de tarafsızlık iddiasıyla dolaşıma sokulabilir. Failin görünmez kılındığı, saldırının niteliğinin belirsizleştirildiği her yayın, bu şiddetin yeniden üretilmesine katkı sunar.
Medya ne yapmalı?
Medyanın sorumluluğu, cinsiyetçi ve ırkçı söylemleri yaymak değil; bu söylemleri açık biçimde teşhir etmektir. Kadınları ve Kürtleri hedef alan nefret dili haberleştirildiğinde, açık bir hak ihlali olarak tanımlanmalı; saldırının cinsiyetçi ve ırkçı niteliği net bir şekilde ortaya konmalıdır.
Cinsiyetçilik ve ırkçılık karşısında medya tarafsız kalamaz. Gazetecilik, eşitlikten, onurdan ve yaşam hakkından yana bir tutum almadığında; şiddeti görünür kılan değil, onu normalleştiren bir araca dönüşür.







